25 Mayıs 2014 Pazar

Ağzından Bal Damlayan Grup: The Honey Trees

Karma grupları çok seviyorum. İçinde hem kadın hem erkek sesi duyabildiğim grupları. Belle And Sebastianvardır mesela; o meşhur indie film 500 Days of Summer ile duymayanın kalmadığı gruptur BaS. “The Boy with The Arab Strap” şarkılarını bilmeyen indie müzik dinleyeni yoktur nitekim.  Solistler dönüşümlü olarak seslendirirler şarkılarını bazen de beraber seslendirirler. Müzikleri sözleri üstüne bir de vokalleri ile etkilerler dinleyenleri. Mesela Arcade Fire da öyle. İlk dinlediğimde iki vokalli olduğunu duyunca heyecanlanmıştım hemen. “The Suburbs” albümleri Yılın En İyi Albümü Grammy Ödülü’nü alırken, haklı bir gururla sevinmiştik hepimiz. Bir de daha öncesinde size bahsettiğim The Civil Wars var. Onlar da Grammy’li; herkesin onları çift sanmasına sebep olacak kadar da uyumlu bu duo-grup.


(Yukarıdan aşağı; Belle and Sebastian, Arcade Fire, The Civil Wars) 

Bu ay öylesine müzik sitelerinde gezerken üstte anlattığım gruplar gibi bir duo grup buldum. The Honey Trees. İsimleri de müziklerini anlatıyor; bal gibi grup. Dream-pop diyor otörler genelde bu tarza. Gerçekten de rüya gibi bir müzik yapıyorlar. Bu ara yağmurlar var İzmir’de; açıp açıp dinliyorum ben de onları. Fona o kadar güzel yakıştılar ki anlatamam. Bu yazıyı okurken yağmura denk gelirseniz sesi biraz daha yükseltip hemen pencerenin kenarına geçin. “Aman çok hipster olduk, kahvemiz battaniyemiz nerede?” diye sitem edenleri duyuyor gibiyim; hipster olmaya değecek inanın bana.


2008 doğumlu The Honey Trees. Öylesine gençler. Şarkıları Becky ve Jacob’tan dinliyoruz. Sesi güzel olan bir kişiden daha iyi olan bir şey varsa o da sesi güzel olan iki kişi. Becky bana The Civil Wars’tan Joy Williams’ı hatırlatıyor çoğu zaman; Jacob ise hepinizin bildiği ya da duyduğu Starsailor’un solisti James Walsh’u anımsatıyor dinlerken. Ama bu benzerlikler kulağa gelişle alakalı yoksa kıyaslamak gibi bir durum olamaz benim için ne The Honey Trees’i ne de Starsailor ile The Civil Wars’u. Starsailor demişken; Alcoholic’i dinlemeden geçmeyin derim eğer hiç duymadıysanız. 


2009’da çıkardıkları EP’nin ardından 2014’te ilk stüdyo albümleri “Bright Fire” ile The Honey Trees müzik piyasasına giriş yaptılar. Çok büyük bir yankı uyandırmadılar belki ama bende uyandırdıkları yankı bu yazıyı yazmama yetti de arttı. Zaten albümlerini de kendileri yayınladılar. Gerçek anlamda independent (indie’nin kökeni kelime - bağımsız anlamına geliyor) bir gruplar anlayacağınız.

11 tane güzel mi güzel, sade mi sade şarkıları var albümde. Kendinizi gerçekten bir rüyada hissedebilirsiniz bu albümü dinlerken. Melodiler sizi uykuya dalarken yakalıyor; uyanana kadar da bırakmıyorlar. Dream-pop’u da işte tam burada hakkıyla yapıyor grup.

Albümün genelinde güzel Becky’i duyuyoruz ama Jacob’ı duyduğu anda ürperiyor insan, içinizde bir ruh geçiyor gibi hissediyorsunuz. Hiç beklemediğiniz anda geliyor içinizden hoop diye geçiveriyor; hayat kaldığı yerden devam ediyor lakin bir şeylerin değiştiğini de fark etmiyor değilsiniz Jacob kulaklarınıza şarkıyı söylediğinde. Neden mi bahsediyorum? Alın size örnek ; Golden Crown





İçinde piyano olan şarkıyı beğendiğimi artık öğrendiniz değil mi sevgili okuyucular? Böylesine durgun (ama ölgün değil) müzik yapan bir grubun piyanosuz bir şarkısı olmazsa olmazdı bence. Wild Winds de işte bu şarkının adı. Becky’i Joy Williams’a en çok benzettiğim şarkı da bu şarkıdır. Arka vokallerine de hayran kaldığımı ikna etmeliyim. Albümde benim favorim değil ama albümün en başarılı şarkılarından olabilir. 





Gelelim benim albümdeki favori şarkılarıma…







Birincisi Siren, Jacob’ın ağırlıklı olduğu bir şarkı. Gerçekten beni çok etkileyen bir sesi var. Mesela şu an bir yandan hafif esintideyim balkonda bir yandan kedim dışarı çıkabilmek için an kolluyor onu korumaya çalışıyorum bir yandan da Siren çalıyor. Kendimi sepya bir fotoğraf karesinde hissediyorum şarkı sayesinde. “I would have lost myself in your waves” diyor sonradan ekliyor “Where’d the time go?” Çoğumuz şu soruyu sormuyor muyuz kendimize çoğu zaman. Okullar bitip iş bulma telaşında iken, daha geçen kavga ettiğimiz sevgilimizle ilk buluştuğumuz günü hatırlarken… Ama şunu eklemeliyim eğer zaman Siren dinleyerek geçecekse varsın geçsin. 





Bir sonraki favorim ki aslında en en en favori şarkım. Ammon’s Horn. Bu yazıyı yazarken fark ediyorum ki bu şarkı da yine Jacob ağırlıklı bir parça. Şarkı tazeliğini sürekli koruyor. Melodisi sürekli bir değişim içinden geçiyor. Köprü ve nakarat kısmında tekrarlıyor ama o bile her tekrarında daha farklı geliyor kulağa. “We were once more than a day” Çok etkileyici değil mi? Solist her “Now you’re gone” deyişi beni hıçkırıklara boğmaya yetiyor, hem de her dinleyişimde. Normal bir insanın ömrü boyunca döktüğü ve dökeceği gözyaşlarının toplamını her yıl döken bir sulu göz olarak bu tarz şarkıların bazen yasaklanmasını istiyorum. Ama sonra dayanamıyorum. 





Şimdi biraz deniz kenarına uzanıyoruz. The Seaside. Şarkıda ne derse desin, sadece ismi bile beni rahatlatmaya yetiyor dinlerken. İki yaşından beri her yıl sayılı günleri deniz kenarında geçiren biri olarak denizin her zaman kıymetini bilmişimdir. Son beş yılımı ise denizli bir kentte geçirmenin haklı gururu içindeyim. Her gün deniz görmeye gidemediğim için üzülüyorum ama denizi görmeye gideceksem de başka bir şey yapmam otururum banklara denizi izlerim. Ah o koku, o koku yok mu o koku? Bahsederken bile geldi burnuma. Tüm bunları düşünürken şarkının ne dediğini kaçırıyorum. O yüzden bir defa daha dinliyorum. 




The Honey Trees çıkış yeri Amerika’da canlı performansları bayağı takip edilen bir grup olmasına rağmen Youtube’da 1000 izlemeye bazı parçalarında ulaşmış bir grup. Reklam, pazarlama, müzik piyasası… Ne derseniz deyin; bence müzik severlerin dinlemeyerek çok şey kaçırdığı bir grup. Arada sakinleşmeye ihtiyacınız varsa benim tavsiyem takın kulaklıklarınızı bu yazıdan bir şarkı açın. Pişman olmayacaksınız.


Bir sonraki yazımda görüşmek üzere.

Müzikle kalın. 

Öpüyorum.

Paraşütlerden Hayaletlere Uzanan Hikaye: Coldplay



Her şey bir şarkıyla başladı...

'Yellow'  Yıldızlara bak / Bak senin için nasıl da parıldıyorlar... Hayatınızın aşkını bulmanıza gerek yok Yellow'dan etkilenmek için; o bir şekilde iliklerinize yerleşmeyi başarıyor. Benim Coldplay ile tanışmam da Yellow ile oldu. Yağmurun altında sahilde koşan, yürüyen bir adam dünyanın en naif kelimeleriyle en sevdiğim renklerden birini birleştirerek beni hipnotize ediyor. Yıllarımı egemenliği altına alacak bir hikaye de böyle başladı… Ara ara onlara kızdım, küstüm ama Coldplay'den kendimi asla koparamadım. Ve belki hikayemiz Yellow ile başlamasaydı; böyle olmayacaktı. Coldplay bugün hafızamdaki yerini şimdiki kadar korumuyor olacaktı, kim bilir?





'Trouble' Piyano çalmaya başlamamla beraber piyano çalan rock müzisyenlerinin bende bir tık öne geçmeye başladıklarını fark ettim. Daha öncesinde gitarın ve benzeri telli enstrümanları dinlerken bir anda yavaşlamış, bir nevi akustikleşmiştim. Nerede bir piyano duysam o şarkıyı hemen benimsiyordum. O sıralar aşık olduğumu sandığım biri vardı, peşinden az koşmamıştım -kendi de bilirdi nitekim-. Obsesyon derecesinde onu takip ederdim çünkü, sabahları bineceği otobüsün saatlerini bile bilirdim ki denk gelebilelim diye. Çok sevmediğim o yağlı, soslu döner dürümleri onun sayesinde yemeye başlamıştım. Her yediğimde karnım ağrıyordu, ama onu dönerci köşelerinde görmek için bu acıya katlanabilirdim. Hem böyle ona bir zararım dokunmuyordu ki, başına hiçbir bela açmamıştım onu takip ederek. I never meant to cause you trouble, I never meant to do you wrong...Lise bitince aşkları da bitti. Meğer aşk da değilmiş kendisi zaten.





İster sanayi devrimiyle başladı deyin, ister teknoloji çağıyla; insanlığın aceleciliği telaşı her zaman vardı var olmaya da devam edecek. Yemek bulabilmek, üreyebilmek, hayatta kalmak, yağmurdan korunmak ve benzeri birçok şey için. Günümüzde telaşın en büyük sebebi ise para. Para için birbirini öldürenleri, kuyularını kazanları, kasalarını dolduranları görmemek için kör olmak bile yetmiyor. İnsan bazen Lidyalılara lanet okuyor.





Müzikle biraz fazla içli dışlı insanların hayatlarının kırılma noktalarında hep bir şarkı ya da albüm vardır. Onlar müzikleri kendilerini tanımlamak için kullanırlar. Hayatlarının bir gün bir şov olduğunu fark ederlerse diye başlarına gelecek her şeyi şarkılandırırlar.

-Biri son hız giden arabasıyla bir yere çarpar ve 'Politik'.





-Bir başkası internetten tanıştığı adamla buluşma hayallerini kafasında kurup kurup tüm işaretleri bir yapboz gibi tekrar tekrar parçalayıp yapar ve 'Warning Sign'.


-Öteki gelip kavramları için, sevdiği hemcinsi için, hayranlığını saklayamadığı bir yüzü tekrar görebilmek için hayatı boyunca sürdüreceği bir savaş başlatacaktır ve 'A Rush of Blood to the Head'.






Deniz kenarında yaşamayan insan kanımca dünyanın en şansız insanlarından. O maviliğin insan ruhuna ve kafasına neler sağlayabileceğini tahmin etmek çok güç. Yüzme bilmen gerekmez, vapura korkmadan binmen de. Önüne oturup birkaç dakika izlemen, dalganın seslerini duyman, o mükemmel tuz-yosun kokusunun içine çekmen yeter. Benim gibi ölümden ölümüne korkan biri için her şeyin kötü bir tarafı var. Uçak çok yüksekten uçar, otobüsler virajlara hızla girer, trenler her daim raydan çıkabilir, yolda yürürken biri gelip sizi bıçaklayabilir, havaya açılan ateş sizi kör kurşunuyla yere yığabilir. Hangisi başıma gelirse gelsin hep bir başka ölüm yolunu tercih ediyor olacağım büyük olasılık; kurşun çok kan akıtıyor keşke uykumda ölseydim de acı çekmeseydim diye düşüneceğim. Bunun geçerli olmadığı tek yer; deniz. Deniz beni istediği gibi içine alabilir. Dalgalarıyla beni bir et parçası gibi çiğneyebilir sonra midesine indirebilir. Ve eğer bir gün denizde ölürsem aklımdan geçen ölümün huzurlu bir şey olduğu olacak.






Hadi itiraf edelim her genç kız evlenmeyi hayatının bir döneminde düşünür. Evlenmek istemeyen ben bile bunu düşünmüşümdür. Ya da en basitinden 'Şunu yapan adamla evlenirim lan.' demiştir her kız. Baş salladığınızı görüyor gibiyim. Ben mesela bana en sevdiğim şarkılardan birini söyleyen adamla evlenirim gibi düşünüyorum bazen; ya da spesifik bir şarkı var onu söyleyenin kulu köpeği olurum gibi söylüyorum etrafa. Bu özelliğimin güzel müzik yapan erkeklerden yüzünden olduğunu da çok iyi biliyorum. Bütün kış çatılardan çatılara sürüklendik, hadi evlenelim, bütün yaz acele ettik şimdi buraya gel, sabırlı ol ve endişelenme... Dünya üzerinde bunları yazabilen erkekler varken, biz kızlar için evlilik hayalleri asla rafa kaldırılmayacak derecede etkileyici gelecek bence.






Coldplay'i dinlediğime hiç pişman olmadım. Fakat  'Violet Hill' i duyduğum ilk an bir Coldplay dinleyicisi olduğum için kendimle inanılmaz gurur duyduğum andır. Birçok şarkısını seviyorum ama benim için gelmiş geçmiş en iyi Coldplay parçası olacaktır her zaman. Eğer beni seviyorsan, niye gitmeme izin vermiyorsun? Bu şarkıya bir hikaye yazmayı çok istedim ama başaramadım Indie May Kill okuyucularım. Elimi kolumu bağlıyor bu şarkı, kalemimi kırıyor adeta. Sadece dinleyebiliyorum. Belki başka bir zamana...







Her şey bir anda değişti...

Yıl 2011. Coldplay'in yeni albümü çıktı çıkacak. Heyecanla bekliyorum. En son 3 yıl önce yeni şarkılarını dinlemişim, kulaklarım zaman geçtikçe acıkmış. Ve Mylo Xyloto geliyor. Sonrasını hatırlamıyorum, çünkü bayılmışım. Albümün bende yarattığı hayal kırıklığından tansiyonum düşmüş, hastanelik olmuşum. Elime daha sonra iki defa daha alabildim albümü; sonuna kadar gelemedim. Müzik eleştirmenleri beğendi albümü; farklı olmuş dediler -Rihanna çok iyi bir düet partneri dediler. Hiçbirine katılamadım. Çok kızdım Coldplay'e; eskiyi kaybettiler diye düşündüm. Geride bıraktıkları bir şeyler olmuştu gibi geldi bana. Belli bir süre küstüm Coldplay'e. Müziklerini elbet sadece benim için yapmıyorlardı ama ben hikayelerimi onlarla beraber yazmıştım yıllarca ve şimdi beni yüzüstü bırakmışlardı. Sırtımdan bıçaklamışlardı beni.  İçlerinden sadece bir şarkı kurtardı beni ama. Kendisini hala dinliyorum severek; ve o şarkı Coldplay'e ikinci bir şans vermemi sağladı... Magic gelene kadar.









İkinci bahar...

Günümüzdeyiz. Hiç aklımda yokken Twitter'da gördüm yeni iki şarkı Coldplay'den. 'Midnight' ve 'Magic' MX'ten sonra ellerim korka korka gitti şarkıyı başlat tuşuna. Yine korkuyorum hayal kırıklığına uğramaktan, Coldplay ile olan ikinci şansımı da kaybetmekten. Ve karşıma çıktı yine elektronik müzik. Ben kaçtıkça o beni kovalıyor. Ama bu sefer alışmışım galiba Coldplay'in elektroniğine. (Bir bakıma MX beni yumuşatmış yani, o kadar da kötü değilmiş 2011'deki buluşmamız.) Her ne kadar Midnight'ta solist Chris Martin'in bazı yerlerde auto-tune'lanmış sesi kulağımı kanatsa da kendisine kötü bir şarkı diyemeyeceğim. Diyorum ya hikayelerimi Coldplay ile yazdım ben, bana kötü gelseler bile bir kenara atamıyorum onları.





Değişim güzel bir şey tabi. Benim gibi her şeyi kesin ve net isteyen insanlar için değişim dünyanın en korkulan şeylerinden biri. Coldplay'de yaşadığım da buydu sanırım. Müziklerini kendi istedikleri bir şekilde yönlendirmeleri benim istediğimle uyuşmayınca kavga çıkmıştı. Onları elektroniğe kaybetmek istemediğim için kontrolü kaybetmiştim. Sonrasında geri dönemeyeceğim yollara sapmamak için sakinleşmeye karar vermiştim. Sakinleşme esnamda 'Magic' çıkageldi. Önceleri sevemedim onu da, ama Chris 'seninleyken ikiye parçalansam da buna sihir diyorum'  derken kendini affettirmeye çalışan bir sevgili gibiydi. Senden başka kimseyi istemiyorum... Gerçekten benim için de büyülenmek böyle bir şey olabilir.





Şimdi Coldplay ile barıştık sanırım. Heyecanla 19 Mayıs'ı bekliyorum.
Benim hikayelerime yol veren Coldplay'in 'Ghost Stories' ile kendi hikayelerini duymak için...
    
Görüşmek üzere.
Müzikle kalın.

90'lara Yolculuk: My Mad Fat Diary

Kıyısından köşesinden müziği içeren dizi ve filmlere olan ilgimi biliyorsunuz sevgili Indie May Kill okuyucuları. Bu hafta da dizi-film yazılarıma bir tanesini daha eklemek istiyorum. Hem de son iki yıldır izlediğim ve her bölümünde duyduğum şarkılarla bütün hayranlığımı kazanan dizi My Mad Fat Diary ile.


Aslında uzun zamandır '80- '90'ların klasik rock'ıyla alakalı bir yazı yazmayı planlıyordum ama bildiğiniz gibi klasik deniz bir okyanus. İçine gireni hüp diye yutabilme ihtimali bir hayli yüksek. Korkmuyor değildim yani anlayacağınız. Bir de etrafımdaki klasik rock dinleyicilerinin tepkilerinden çekindim. Bir şeyi eksik yazarım da ertesi gün karşıma gelip “Güzelim klasik rock'ı rezil etmişsin Gözde” derler diye öldüm öldüm dirildim.

Geçtiğimiz yılın Ocak ayında İngiliz televizyon kanalı e4'te yayınlanmaya başlayan My Mad Fat Diary de klasik rock yazım için biçilmiş bir kaftan. 1996 İngiltere'sinde geçen bu gençlik dizisi zamanının müzikleriyle harmanlanıyor her bölüm. Öyle iki üç parça da değil bahsettiğim; ilk sezon toplamda altı bölüm ve yüzü aşan sayıda şarkı çalıyor bu altı bölümde. Çalınan parçaların çoğunluğunu zamanın rock parçaları oluşturunca MMFD'yi baz alarak bir '80-'90 klasik rock listesi hazırlamaya çalıştım sizin için.

(asıl kız ; Rachel kısaca Rae ya da bazen Raemundo )

Birazcık diziden de bahsetmek istiyorum merak edenler için. Gerçek bir günlükten uyarlanan dizi kanımca yapılmış en iyi gençlik dizilerinden biri. (Sözüme inanın, her türlü gençlik-lise-kolej dizisini izledim ve izlemeye de devam ediyorum.) Kilolarından ötürü dışlanan / dışlandığını hisseden Rae intihar girişimden sonra belli bir süre bir psikiyatri kliniğinde tedavi görür. Eve geri dönmesinin karar verilmesiyle de dizi başlar. Kendisine sanki ikinci bir hayat bahşediliyordur ama bu Rae için pek de kolay olmayacaktır. Çocukluk arkadaşı Chloe ve onun arkadaş grubuna uyum sağlamak, eski terapistinin yerini alan Kester'la anlaşabilmek, annesi ve onun sevgilisi ile aynı evde yaşayabilmek Rae'i bekleyen olayların sadece birkaçı. Kendini güzel hissetmekle güzel görünmenin arasındaki ince çizgiye çoğu zaman izleyiciyi de davet ediyor dizi. Kendinizi Rae'in yerine koyduğunuz gibi diğer karakterlerin de yerine geçebiliyorsunuz. Her şey o kadar içten o kadar gerçekçi. “Ay lise dizisi işte tren olur tüm arkadaş grubu.” diyorsanız eğer ekranınızın karşısından kocaman yanılıyorsunuz. Daha fazla uzatmıyorum açın izleyin bence. Kötü şey tavsiye eder miyim size ben hiç?

(Soldan sağa; Archie(favorim) - Chloe - Izzy - Chop - Finn)

Dedim ya yüzü aşkın parça var MMFD'de tabi ki hepsini buraya koyamayacağım. Fakat elimden gelenin en iyisini yapıyorum şu an. O kadar çok güzel şarkı çalıyor ki dizide seçmek çok zor. Ben şu an bir rock listesi hazırlıyorum ve evet dizide ağırlıkla rock çalıyor fakat günümüzde hala dinlenen pop-elektronik parçaları da dizide duymak mümkün. Mesela Massive Attack'den Angel, The Prodigy'den Smack My Bitch Up, The Chemical Brothers'dan Setting Sun... Beasties Boys, The Verve, No Doubt, Bee Gees, Depeche Mode, Faithless, Boyzone, Björk de dizide kulaklarımıza gelen güzel seslerden sadece birkaçı.

(Terapistimiz Kester. Herkesin böyle açık sözlü ve destekleyici terapistleri olsa ya.)

Lafı daha fazla uzatmayalım; sizi listemle baş başa bırakayım.

1. Dire Straits – Money For Nothing


2. Mazzy Star- Fade Into You




3. Suede – Beautiful Ones




4. Manic Street Preachers- A Design For Life




5. Beck- Novacane




6. Pulp- Disco 2000




7. Placebo – Nancy Boy




8. The Charlatans – One To Another




9. Paul Weller- Wild Wood





10. PJ Harvey – Meet Ze Mostra



Yüzlerce şarkı içinden seçmekte zorladığım on şarkıyı dinlediniz. Diziyi izlemenizi yazımı bitirirken tekrardan hatırlatır, şiddetle tavsiye ederim. Zaten öyle upuzun bir dizi de değil ilk sezon altı bölüm, ikinci sezon ise yeni başladı iki bölümü var henüz. Hem bence şu güzel müzikleri dinlemek için bile değer bence My Mad Fat Diary.

Gelecek yazıda görüşmek üzere.
Müzikle kalın.
Mucuksle.

Geleceği Gösteren Liste: BBC Sound Of

Her yılın başında açıklanan 15 isim. O yılı müzikleriyle esir alabileceği tahmin edilen 15 isim. BBC her yıl seçtiği bu 15 isimle adeta müzik dünyasının iplerini eline alıyor. Çünkü 2003'ten beri seçtiği bu isimlerin başarılarını buraya yazmakla bitiremeyiz. Her listenin birincisi gerçekten hepimizin ismini en az bir kere duyduğumuz müzisyenler. Mesela 50 Cent, Keane, Mika, Adele, Jessie J, Ellie Goulding, Haim... Listenin sadece birincileri tanınıyor sanıyorsanız, yanılıyorsunuz. Franz Ferdinand, Yeah Yeah Yeahs, Interpol, Dizzie Rascal, Razorlight, Florence + The Machine, MGMT, Skrillex, Azealia Banks bu ilk 10'a  giren isimlerden sadece birkaçı.


Bu listeden haberim Haim'i tanımamla oldu. Malum kendileri geçen senenin kazananları. Kazanması ile beraber müzik dünyasını sallaması da bir oldu zaten. (Birkaç yazı önce kendilerinden de bahsetmiştim zaten büyük bir heyecanla.) Sound Of listelerini kontrol ederken o kadar çok sevdiğim isme denk geldim ki, elimde olmadan 2014 listesini beklemeye başladım. Aralık 2013'te açıklanan ve bu yılı ele geçirecek 15 isim açıklanınca hemen hepsini teker teker dinledim. Favorilerimi belirleyip asıl günü beklemeye başladım. 10 Ocak 2014'te BBC resmi olarak sitesinde bu yılın ilk 5'ini açıkladı. İlk beşe girmesini beklediğim isimlerden üçünü listede görünce bayağı sevindim açıkçası. İddaa tutturmuş kadar oldum; ama hiçbir gelirim olmadan tutturulan iddaa.

Sözü daha fazla uzatmıyorum ve bu yılın ilk 5'ini geri sayımla sizinle paylaşmaktan gurur duyuyorum. Afiyet olsun.

5.GEORGE EZRA


'93 doğumlu Bristol'lü genç George Ezra. İlk şarkısı 'Angry Hill'i 2011'de YouTube üzerinden paylaşmış ama patlayışının bu yılda olacağı düşünülüyor. Görüntüsünün böyle hipster, çıtır gözüktüğüne bakmayın dinleyenleri şaşırtan bir sesi var George'un. Uzun listede en beğendiğim isimdi George Ezra o yüzden beşinci oluşu beni biraz üzdü. Ama bir yandan da ilk beşte olduğu için ve isminin bir kat daha fazla duyulacağından ötürü sevindim.

Daha fazlası için :  https://soundcloud.com/george-ezra  






4.SAMPHA


Sampha Sisay da öyle yeni yetme bir müzisyen değil aslında. 2009'dan bu yana müzik dünyasında. Drake, Solange Knowles, SBTRKT beraber çalıştığı isimlerden sadece birkaçı. Müzik dünyasına adım attığından bu yana hep EP'ler çıkarmış ama ben eminim ki bu listeden sonra Sampha'nın albümünü de en yakın zamanda göreceğiz.

Daha fazlası için : https://soundcloud.com/samphamusic






3.BANKS


Jillian Banks (sahne ismiyle BANKS) Los Angeles'lı bir müzisyen. 15 yaşından beri müzikle uğraşıyor; idolleri ise Lauryn Hill ve Fiona Apple. Kendi sesini 'ateş, yürek, ilahi ve dumanlı karanlık mavimtrak bir şey' olarak nitelendiriyor. Bu tanımlamanın üstüne zaten ben daha fazla bir şey ekleyemeyeceğim. Gerçekten de çok güzel bir sesi var. Yaptığı müziğin ritmine de inanılmaz uyuyor bu güzel sesi. Listede olmasını kesinkes istediğim isimlerden diğeri de Banks idi.






2.ELLA EYRE


Kıvırcık saçlı biri olarak bir dizide, bir filmde kıvırcık saçlı birini gördüm mü gönlümü kazanıyor. Benzeri müzisyenler için de geçerli. Kıvırcık saçlı kadın müzisyen görünce saçma bir şekilde kendimle ve kıvırcıklarla gurur duyuyorum. Ella Eyre (gerçek ismiyle Ella McMahon) on beş isim açıklandığında ilk dinlediğim isimlerdendi ama ilk beşe girebileceğini düşündüğüm bir isim olmamıştı açıkçası. O yüzden ismini listede ikinci olarak görünce bayağı şaşırmıştım. Bu şaşkınlığın üzerine 'Acaba ne kaçırdım ben Ella'da?' diye düşünerek yazıyı hazırlama sürecinde en çok Ella Eyre'yi dinledim. Ve gerçekten bayağı şey kaçırmışım. Saçlarının ve kendisinin güzelliği kadar müziği, sesi de güzelmiş Ella'nın. Remixlerinin de yakın zamanda da kulüplerde duyulacağından eminim. Bir not kendisi George Ezra gibi gencecik bir isim; '94 doğumlu.

Daha fazlası için :  https://soundcloud.com/ellaeyre





1.SAM SMITH


'92 doğumlu bu İngiliz sanatçıyı aslında hepimiz tanıyoruz. Kendisi tüm yazı hakimiyeti altına alan şarkı Naughty Boy- La La La'yı seslendiren kişi aslında. Gerçi ben o şarkıyı hiç sevmemiştim, hala da sevmem; hatta adaylar arasında Sam Smith ismini görünce belli bir süre 'Of ya ne alaka bu adam şimdi?' falan demiştim ama Soundcloud'a girip de Sam Smith'i solo dinleyince benim için her şey değişti. Sözleri, müziği ve müzik adına her ne yapıyorsa hepsi birinciliği olmasa bile listenin ilk beşindeki herhangi bir yeri sonuna kadar kazanabilecek yeterlilikte olan bir isimdi benim için Sam Smith. BBC de benim gibi düşünmüş olacak ki Sam Smith ipi göğüsledi. Şarkılarının orijinal hali bin puanken, akustik halleri bin beş yüz puan. Kendisi Sound of 2014'ün birincisi olduğundan ona iltimas geçeceğim ve iki şarkısını sizinle paylaşacağım.

Daha fazlası için : https://soundcloud.com/samsmithworld  






Listeyi bitirdik sevgili Indie May Kill okuyucuları fakat sizinle paylaşmazsam içimde kalacak iki isim var. Listenin ilk beşine giremediler ama bu listeyi ben hazırlıyor olsaydım kesinlikle yer alırlardı.
Biri kızıl mı kızıl, çilli mi çilli '95 doğumlu İngiliz şarkıcı Chlöe Howl. Diğeri İsveç-Avustralya karışımı '91 doğumlu ikiz kız kardeşler Say Lou Lou. İki isim de o kadar başarılı ki bence, 2014'ü onları duymadan kapatmayacağız.

Daha fazlası için:













BBC'ye bize önceden böyle güzel müzisyenlerden haberler getirdiği için teşekkürlerimi bir borç bilirim. Umarım siz de bu isimleri beğenmişsinizdir; favorileriniz için yorumlarınızı bekliyorum.

Bir sonraki yazıda görüşmek üzere.
Mucuksle.